Bir Yıldız daha Kaydı...

  • 0
  • 822
Yazı Boyutu:


Sanat dünyasından bir Yıldız daha kaydı. 
Bir süredir tedavi gördüğü hastanede 91 yaşında hayatını kaybeden usta sanatçı Yıldız Kenter son yolculuğuna uğurlandı.

Ustaya önce Kenter Tiyatrosu'nda tören yapıldı. Törene Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Yıldız Kenter'in ailesi, yakınları ve çok sayıda oyuncu katıldı.

Yıldız Kenter Levent Afet Yolal Camisi’nde kılınan namaz sonrası Aşiyan Kabristanı’nda defnedildi...

Herşey buraya kadar normal...


Yıllar önce okuduğum ama belleğimden silinen muhteşem bir hikaye var ki sağolsun Ege Folklor Dernekleri Federasyonu Başkanı  Sevgili Nebi Kayan'dan paylaşılan yazı ile tazelendi ve bilmeyen çoğunluğunu düşünerek buradan paylaşayım istedim, çünkü Kenter'lerin hikayesi bile asil  ve gözyaşlarınızı sizin de tutamayacağınıza inanıyorum....


BİR ASALET HİKAYESİ
Dedesi, Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan azası’ydı. Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bir köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, ecnebi lisanları bilen, yakışıklı bir delikanlıydı.

​ Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi. Ve Londra’da bir partide gördü onu... Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu. Vuruldu, âşık oldu.

Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi. Zaten, zarif birkaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti almış, genç kadının her gün Hyde Park’ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti. Sabahın ​ köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.

- Aaa ne tesadüf filan...

Birlikte at bindiler, yemek yediler, muhabbeti ilerlettiler...

Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama, uyanması da vardı...

Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu. Kalsa, olmaz, bıraksa, hiç olmaz. Pat diye, "BENİMLE EVLENİP TÜRKİYE'YE GELİRMİSİN" dedi.

Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna atlayıverdi.

Sonra...
Az geri ​ç​ekildi, oturdu, boynu büküldü,  "HAYATTA EN ÇOK İSTEDİĞİM ŞEY BU AMA, MALESEF İMKANSIZ,  JACK VAR" dedi.

Adam: “Jack de kim yahu?“ diye sordu.

Genç kadının ailesi tiyatrocuydu, oradan oraya turneyle dolaşan ​ kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi bir adamla Avustralya’ya kaçmış, kızını anneannesine bırakmıştı. Anneanne, ne yapsın, torununu acilen başgöz etmiş, talihsizlik işte, savaşa giden damat, kim bilir nerede mıhlanmış, geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bir dul​ bırakmıştı.
Jack; kadının oğluydu.

Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra, “HİÇ SORUN DEĞİL. OĞLUMUZLA GİDERİZ” dedi.

Orient Express...

Ver elini İstanbul.

Delikanlı hiç sorun değil demişti ama, sorun büyüktü. Esir şehrin insanlarıydı İstanbul...

Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken, İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki kâbusu başlıyordu.

Dedim ya, işgal yıllarıydı, herkes herkese şüpheyle bakıp, memleketi satanları mimlerken...

Faytona binip, köşke geldiler.
Aman efendim hoşgelmişiniz sefalar getirmişiniz diye kucaklaşma beklenirken, bismillah, “NERDEN BULUP GETİRDİN BU GAVURU” dedi, delikanlının ailesi!

Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken, İngiliz gelin olacak iş değildi yani...
Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler.
Sevdiği Adam uğruna, Kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide adını aldı.

Kaderin cilvesi mi desek, ne desek...

Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken İstanbul’a inen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı...

Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin Londra olduğunu gördü,

Londra-Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!
Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Şak, kanun çıktı, hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz...

İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, Boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak Kabul etti. Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi...

Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı. O zamanlar memur değilsen, ayvayı yiyordun. Ayvayı yedi. Hayatları kaydı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti...

Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar.

Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden âşık oluyordu ama, kahrından alkole dadanmıştı...

Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Hayatlarında eksilmeyen tek kavram, mutluluktu. Mutluydular.
İngiliz anne, adı gibi, hakikaten Nadide’ydi...

O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış iki çocuklu bir kadına evini açtı, sokakta dilenen bir nineye kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bir Fransız’ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretti...

Bir gün... İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlar, “ÇOCUKLARINI AL, İNGİLTERE'YE DÖN,EĞİTİMLERİNİ ÜSTLENELİM, SOSYAL GÜVENCEN OLSUN” dediler Nadide’ye...

Kapıdan kovdu!

Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi. İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama, aşkları sapasağlamdı.

Üstelik...

Cumhuriyet de sapasağlamdı. O dönemin Cumhuriyet’i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.

Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreeden vefat etti, hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde...

​ En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi...

Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı, YILDIZ, oğlu ise MÜŞFİK KENTER idi...

BAŞIMIZ SAĞOLSUN...

YORUM YAZ